Teorinin Ortaya Atılışı
Dini düzenden rahatsız olan güç odaklarının oluşturdukları din-dışı akım 19. yüzyılda zirveye ulaştı. Bu yüzyılın özelliği, materyalist, pozitivist ve determinist görüşlerin büyük bir kabul görmesidir.
Materyalizm, tek gerçek varlığın madde olduğunu ve maddeden başka da hiçbir şeyin var olmadığını öne süren düşünce sistemiydi.
Buna göre, madde ezelden beri vardı ve sonsuza kadar da var olmayı sürdürecekti. Dolayısıyla Allah'ın varlığı ve mevcut varlıkları yarattığı gerçeği reddediliyordu.Bu durumda tüm insan hayatı madde üzerine kuruluyordu ve
"mana"nın hiç bir önemi kalmıyordu. İnsanlar yalnızca ve yalnızca
daha çok tüketmeyi, daha çok maddeye sahip olmayı ister hale geliyorlardı.
Hayatın tek anlamı ve değeri maddi güç, yani paraydı. Bu durum, maddi gücü
elinde bulunduran ve bu güç sayesinde de kendisine itaat edilmesini isteyen güç
odakları için oldukça elverişliydi şüphesiz. Böylece başını masonluğun çektiği
güç odakları, aynı kendi kavmine "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve
şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?" (Zuhruf Suresi, 51) diye seslenerek itaat isteyen
Firavun gibi bir otorite elde edeceklerdi.
Pozitivizm ve determinizm de materyalizmin doğal birer
sonucuydular. Pozitivist düşünce, yalnızca bilim yoluyla ispat edilen şeylerin
gerçek ve var olduğunu iddia ediyordu. Determinizm ise, yaşanan tüm olayların
maddeler arasındaki ilişkilerin birer sonucu olduğunu, bir sebep-sonuç ilişkisi
içinde tüm evrenin mekanik bir biçimde işlediğini sanıyordu. Bu durumda
kuşkusuz kaderin varlığı, yani olayların Allah'ın iradesine göre işlediği
gerçeği anlaşılamazdı. Avrupa, bu düşüncelerin kabul görmesiyle birlikte,
dinden kopmanın en uç aşamasına vardı.
Ancak bu tür düşünceleri insanlara gerçekmiş gibi
sunarak onları dinden koparan güç odakları için bir ihtiyaç doğmuştu.
"Madde ezelden beri vardır, her şey maddedir ve tüm olaylar maddenin kendi
kurallarına göre işler" demekle, evrenin her noktasında kendini gösteren
yaratılış gizlenemiyordu. Canlılar dünyasının nasıl varolduğu, nasıl bu denli
mükemmel bir denge üzerine oturduğu açıklanamıyordu. İnsanın nasıl olup da var
olduğu, nasıl bir göze, kulağa sahip olduğu vs. izah edilemiyordu.
Aslında bunlar, yazının başında da değindiğimiz gibi,
hiç bir şekilde "yaratılmamışlık" temeli üzerinde açıklanamazdı. Bir
fabrikada üretilmiş olduğu her halinden belli olan bir arabanın "kendi
kendine" oluştuğu gibi akıl dışı bir iddia nasıl ispatlanamazsa, tümü
yaratılmış olan evrenin kendi kendine ya da "tesadüfen" oluştuğu gibi
saçma bir iddia da asla ispatlanamazdı.
Ama din-dışı düzeni kuran güç odakları, ne yapıp yapıp
canlıların nasıl oluştuğu sorusuna din-dışı bir cevap bulmak zorundaydı. Bu
cevap, kuşkusuz doğru bir cevap olmayacaktı, ancak insanlara doğru gibi
gösterilebilirdi. Yani bu cevap, kesinlikle delilli ve ispatlı bir cevap da
olmayacaktı, ancak insanlara öyleymiş gibi sunulabilirdi. Sonuçta önemli olan
insanların "dini önyargılardan" kurtarılmasıydı (!); bu iş nasıl olursa
olsun yapılmalıydı.
İşte Evrim Teorisi bu ihtiyacı karşılamak üzere ortaya
atıldı. Amaç, canlıların "yaratılmamış" olduklarını ispatlamaktı.
Bu akılsızca iddianın zekice bir türü olan teori, tüm
canlıların ilkelden gelişmişe doğru birbirinden evrimleşerek var olduğunu
ortaya atıyordu. Buna göre, önce tek hücreli canlılar oluşmuştu. Sonra suda
yaşamın ilk örnekleri, ilk balıklar var olmuştu. Sonra günlerden bir gün, bu
balıklar yürümek istemiş (!) ve karada yaşamaya başlamışlardı. Nasıl olmuşsa
olmuş, solungaçları akciğere, yüzgeçleri de ayaklara dönüşmüştü!... Daha sonra
bazı hayvanlar uçmak istemiş ve kanat sahibi olmuşlardı!... Hikaye böyle devam
ediyor ve en son da maymunların insana dönüştükleri gibi çarpıcı bir iddiayla
son buluyordu. Yani insanlar, Allah'ın yarattığı Hz. Adem ve eşinden başlayarak
çoğalmamış, maymunlardan evrimleşmişlerdi. Kısacası,
"yaratılmamış"lardı!..
Evrim'i ortaya atan kişilerin (önce Lamarck, sonra
Darwin) yaptıkları aslında şuydu: Mutlaka ve mutlaka canlıların
"yaratılmamış"olduklarını ispatlayan bir teori geliştirmeye
çalışıyorlardı. Bunun için de düşünüp-taşınmış ve sonunda, birbirine benzeyen
canlıların birbirinden evrimleştiği gibi bir iddia atmışlardı ortaya. Ayrıca
"hayat şartları"nın hayvanları evrimleşmeye zorladığını da iddia etmişlerdi.
Örneğin Lamarck, zürafaların boyunlarının uzun olmasını, ağaçların üstündeki
yapraklara uzanmak istemelerinden kaynaklandığını iddia etmişti. Buna göre,
nesiller boyunca zürafaların boyunları santim santim uzamıştı. Bu iddia
görünüşte zekice bir iddiaydı, ancak gerçekte bir safsataydı. Çünkü bir süre
sonra anlaşılmıştı ki, hayvanlar "hayat şartları" nedeniyle
kazandıkları özellikleri bir öteki nesle aktarmıyorlardı. Yani bir zürafa
kendisini zorlayarak boynunu bir kaç santim uzatsa bile, doğan yavrusunun boynu
yine standart ölçülerde oluyordu.
Ama Lamarck'ın bu teorisinin yanlış olduğunun anlaşılması, Evrim Teorisi'nin ateşli taraftarlarının hızını kesmedi. Bu kez Charles Darwin çıktı ortaya. 1859 yılında yazdığı On The Origin of Species by Means of Natural Selection (Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabında, canlıların farklılığını "Doğal Seleksiyon" teorisi ile açıklamaya kalktı. Doğal Seleksiyon, doğal ortama ayak uyduramayan zayıf canlıların yok olması, bu ortama ayak uyduran güçlü canlıların da türlerini devam ettirmesine dayanıyordu. Darwin, Lamarck'ın kazanılmış özelliklerin (zürafanın boynunun sözde uzaması gibi) bir sonraki nesle aktarılması tezine doğal seleksiyonu da ekleyerek, canlı türlerinin kökenini açıklamaya çalışmıştı.
Ancak
zamanla Darwin'in teorilerinin de tutarlı olmadığı ve canlıların varoluşunu
açıklamaktan çok uzak olduğu ortaya çıktı. Lamarck'ın kalıtım ile ilgili
teorileri kökten yanlış olduğu DNA'nın keşfedilmesiyle birlikte anlaşılmıştı.
Doğal seleksiyonun ise, yeni bir tür yaratmaya yetmeyeceği görüldü: Bu sistem,
bir canlı türü içinde en güçlü olanını seçip yaşatabilirdi, ancak yeni bir tür
oluşturamazdı. Örneğin doğal seleksiyon sayesinde, sürüngen türleri içinde en
güçlü olanlar kalabilir ve diğerleri yok olabilirdi, ancak asla ve asla
sürüngenler sözgelimi kuşlara dönüşemezdi.
Ancak Evrimciler yine pes etmediler. Bu kez Neo-Darwinizm çıktı ortaya. Bu yeni Evrimcilerin tezi, canlıların farklılığının mutasyonlara dayandığı şeklindeydi. Mutasyonların, yani başta radyasyon olmak üzere canlıların DNA'sını bozan değişimlerin, farklı türlerin kökeni olduğunu öne sürdüler. Oysa zamanla bu teori de rağbet görmemeye başladı: Çünkü mutasyonlar ancak mevcut DNA kodunu bozuyordu, yeni DNA kodları üretmiyordu. Bir başka deyişle, mutasyona uğrayan canlının ancak organları köreliyor ya da yer değiştiriyordu. Fakat yeni bir organın oluşması mümkün değildi. Üstelik mutasyonların tamamına yakını zararlıydı. Bu nedenle de mutasyon tezi, Evrim iddiasına dayanak oluşturmaktan çok uzak kaldı.
Yorumlar
Yorum Gönder